“İnsan nasıl öğrenir” sorusuna herkes şahsi malumatı nisbetinde kolayca bir cevap bulabilir. Ancak insanın fıtratında öğrenme işi nasıldır sorusu yaratılışa taalluk etmesi sebebiyle girift bir bilmece olarak sinapslarımızda uzun bir yolculuğa çıkmadan çözülmeyecek gibi görünüyor. Öğrenme işinin fıtratımızda nasıl bir hal üzere bulunduğunu kavramadan da şuurlu bir öğrenme sürecine giremeyeceğimiz için gelin şu işe bi yerden başlayalım.
Meselemiz fıtratsa ilk insana işi götürmeden başlamak abesle iştigal değil de nedir? Adem aleyhisselam’dan öğrenme işinin keyfiyeti hususunda çıkarım yapmak zor değil. Zira Cenab-ı Hakk Adem aleyhisselam’a Esma’yı öğretti.(Bakara Suresi 31). Bu en etkili yoldur şüphesiz. Peki işimiz burada bitiyor mu ? Bilakis burdan sonra başlıyor. Başlayan ne ? Öğrenme serüvenimiz. Nasıl? İki dudağın arasından çıkacak kadar kolay bir iş olmayacağı kesin.
Aslında öğrenme işinin keyfiyeti bizim için cennetten çıkıp dünyaya gelişimizde saklı. Cennetten çıkmaksızın sonsuza dek cennette kalsaydı ademoğlu acaba cennetin ne olduğunu anlayabilir miydi? El-cevap: çıktığına göre ve süreç böyle ilerlediğine göre anlayamazdı çünkü insan fıtratı kıyas ile hükme varmaya meyilli yaratılmış. Peki cennetten başka hiçbir şey bilmeyen bir insanın cennetin hakikatte ne olduğu anlaması için neye ihtiyacı var ? Evet Dünya’ya..
Dünya var oldu. Girip çıkalım cenneti anlarız ne olduğuna vakıf oluruz diyebilir miyiz? Keşke mümkün olsaydı ama iş daha zor, daha çetrefilli. İnsan denen yaratık neye sahip olduğunu ancak kaybedince fark ediyor. Bizim meselemiz ise “nasıl öğreniyor”du unutmadıysanız. İşte nasıl öğrendiğimiz burada dolunay gibi parlıyor zihnimizin kör karanlığında. İnsan bir şeyi kaybedince fark ediyor ve hakikatte ancak ve ancak ondan mahrum kaldığında öğreniyor. Cennet’in kıymetini dünyada ondan mahrum kalarak öğrenirken besinlerin kıymetini oruçla onlardan mahrum kalarak öğreniyoruz. Bu yüzden sağlığın kıymetini hastaya, gençliğin kıymetini yaşlıya sormadan anlayamıyoruz. Kısacası gözünde bir şey tütmeden onun ne olduğunu ademoğlu öğrenemiyor.
Gözümüzde tütenlerin içerisinde içerisinde öyle bir şey var ki başöğretmen gibi; herşeyden mahrum bırakan ve herşeyi öğreten bir başöğretmen. Gurbet! Küçücük göğüs kafesimizin içerisine sahip olduğumuz herşeyden mahrumiyeti sığdırabilmek ne zordur bilir misiniz? Neler tütmez ki o gözlerde.. Nazlı nazlı dalgalanan bayrağın, semalarında süzülen allı turnaların, biricik yârin, gözü yaşlı anan, yürüğün yolların büyüdüğün sokakların.. Dünya bir gurbetse gurbette gurbetten var mı daha büyüğü, daha kavisi daha çetrefillisi.
Elindekilerin, sahip olduklarının kıymetini anlamak. Mahrumiyetin amacı budur. Ve belki de yaratılışın.. Diğer bir değişle onların hikmetini idrak etmek. Peki onların hikmetini anlamaksızın bir hayat sürmek kadar ademoğlunun şeref ve haysiyetine yakışmayan bir durum olabilir mi? Zannetmiyorum, zannetmiyoruz olamaz… Değil mi? Öyleyse mahrum kalmak ceza mıdır ödül mü ? Seçim midir, zorunluluk mu ? Peki ya pişmeden yanmadan ham gelip ham gidene ne yapmalı? Şerrinden Allah’a sığınmalı.. Vesselam.